Hayata Özgü

Yazmak bir dışa vurum benim için; kimi zaman kendimi kimi zaman dolaylı-dolaysız yansımaları. 

İşte ben de buradayım, bloglananlar kervanındayım...


31.12.2010

Ne oldu ne bitti?

Bir telaş başlamıştık 2010’a. Neler oldu neler... uzun ve heyecanlı bir seneydi. Nasıl geçti anlamadım bile. Şöyle bir hatırlamak istedim sadece.

Herşey normal başlamıştı. Ta ki benim dinmek bilmeyen başağrılarım ve düşmeyen tansiyonumla acile gidene kadar. Yediğim iğne ve ilaçların etkisiyle biraz hafiflemiş olsa da, yapılan tetkikler ve tansiyon takibinin sonunda ilaca başlamam gerektiğine karar verdi doktorum. 2010 yeni bir hastalıkla başladı benim için. Hiper tansiyon...

Ocak böyle biterken, şubat mart geçerken benim bitmek bilmeyen okulumun ve tüm enerjimi alan işimin arasında çırpınırken geçiyordu zaman. Oysa nisanda sevdicek askere gidecekti. Tam biz bunları hesaplarken, araya güzel bir gelişme eklendi ve ailemle tanıştı benim sevgilim.

Ayrılık mevsimi değildi ilkbahar hiç bi zaman. Ama bu yıl sonbaharla takas ettiler işte. Ha oldu ha olacak derken, Sevdicek jandarma oldu Antep’te. Kısa dönem olmasına sevinirken, uzak olmasına üzülüyordum. Sonra, neyse ki kısa dönem diye yine kendimi avutmayı öğrendim. Yine de 6 ay nasıl geçecekti?

Öte yandan hayat akıyordu, durduramıyordum. Zaten durdurmaktan ziyade bir an önce geçmesini diliyordum. Öyle böyle derken, Mayıs geldi ve artık GYTE’de son sınavlarıma girdim. Bitmişti artık. İnanması güç ama bitmişti. Bir kabustan uyanmıştım adeta. Bu kadar yıpratıcı olmasaydı keşke diye düşündüysem de sonra boşverdim. Bitti ya işte. Mezun oldum sonunda.

Yağmurlarla geçen haziran, GYTE için bir felaket oldu. Su basan kampüste hayat durdu. Sadece mezun olanları çağırdıkları ve beni kendi dönemimle katılmaktan mahrum ettikleri mezuniyet töreni de böylece iptal oldu. Dürüst olmak gerekirse, her ne kadar üzülsem de “Ahımı aldın GYTE” demekten kendimi alamadım. Böylelikle lisans defterini de kapamış oldum.

Sevdiceğin yolunu beklemeye devam ederken, tüm bu yoğunluklar biraz olsun kafamı meşgul ediyordu. Ama yetinemeyen bi insan olduğum için İngilizce kursuna başladım sanki bilmiyormuşum gibi. Yaz aylarının boşluğunu değerlendirmiş oldum aslında. Haziran temmuz ağustos sıcaklarında yeni arkadaşlar edindim ve WSI’nin keyfini çıkardım.

Bu esnada Ağustos sonuna doğru iş yerinde de beklenmedik gelişmeler oldu. Tam toruldum  artık diyorken, bu iş beni sıkıyor derken enteresan bi şekilde IBM tarafında işten çıkarıldığımı öğrendim. Hani bi şaşırdım ama üzüldüm desem yalan söylerim. Omzuma çöreklenen yük kalkmıştı bi anda. IBM’den ofise döndüğümde ise sevgili patronlarım benimle çalışmaya devam edebileceklerini söylediler. Bir yer kapanırken bir yer açılıyordu. Hayat böyleydi ve beni benden daha iyi düşünen birinin yukardan gülümsediğini anımsıyordum ben.

Hayatı boyunca büyük konuşmuş olmaktan ağzı yanan ben “Şu okul bitsin daha başka bişey yapmam” demiştim ya, olmadı. Olamadı. Master programlarını araştırmaya koyuldum ve Yeditepe Üniversitesinde açılan Bilgi ve İnovasyon Yönetimi bölümünü keşfetmemle kararlarım değişti. Bu bölüme girmeliydim. Evrakları diplomayı hazırlayıp başvurumu yaptım. Mülakata gittiğimde Aykut hoca ile yaptığımız görüşme beni bir kez daha doğru yerde olduğuma ikna etti ve kaydımı yaptırdım.

Öte yandan tekrar okulun başlayacak olması pek gündemimde değildi. Zira artık eylül gelmişti ve bu sefer sonbahar kavuşma mevsimi olacaktı. Günler bir birini kovaladı. Nihayet o gün geldi. Sanki hiç gitmemişti. Sanki 6 ay geçmemişti. Tüm özlem ve hüzün silindi yeniden elini tutunca. İşte şimdi hayat daha bir gülümsedi bana. Bitmişti artık. Ve bir daha olmayacaktı.

Ben yine okul-iş arası mekik dokurken, sevdicek de iş bakmaya başladı. Görüşmelere gidiyor ama olumlu ya da olmsuz bir cevap alamıyorduk. Ekim ayı başlarında dedemler Ankara’ya dönmeden önce onlar da Dinçer’le tanışmak istediler. Bizim evde toplandık ve hep beraber oturduk, sohbet ettik, yemekler yedik. Bu güzel akşamın sonunda dedemlerden de olumlu izlenimler almış olmanın mutluluğunu tattık.

Ve aralığın bu son günlerinde, benim canım dostlarım Tuğçem ve Hafizem İstanbul’a geldiler. Hem de bu sefer yanlarında sevdicekleriyle birilkte. İlk kez 6 kişi olmuştuk. Bu yıl hepimize uğur getirmişti anlaşılan.

Bugün 2010’un son günü. Aslında son gün diye bir şey yok ya, formaliteden işte. Yarın yine kaldığı yerden devam edecek hayat. Bakalım 2011 neler getircek bizlere...

26.10.2010

Tahterevalli Dünya@Facebook

Facebook sayfasından yeni fotoğraflar, şarkılar, videolar ve yazılarla paylaşıma devam ediyorummmmm!!!!!!!!

Takip etmek için:

31.08.2010

Sen Gidiyorsun

Adamlar bi şarkı yapmışlar. Adını da 'Sen gidiyorsun' koymuşlar. 5 ay dayandım. Sonunda dönmene az kaldı nasıl olsa diye dinledim bugün. 
Sanki sen daha yeni gidiyormuşsun gibi.. Kalbim sıkıştı.. Halbuki geleceksin şunun şurası kaç gün sonra. Onca zaman geçmişti halbuki. Alışmıştım biraz da olsa. Gittiğini unutmuş, geleceğini hayal ediyordum. Daha dün gitmişsin gibi ellerim dolaştı birbirine, ne yapsam bilemedim. Sustum kaldım öylece.
Şimdi bir ricam var bu bir grup insandan, 'sen geliyorsun' diye bir şarkı yapıp gönlümü alsınlar. Ya da ben gidip bir kutu gripin alayım...

23.07.2010

Hayata Savaş

yazın kışı, kışın yazı özlüyorum.
son baharda ilkbaharı, ilkbaharda sonbaharı...
dört mevsim dönüyor ömrümde.
ben özlemlerle sarmalanıyorum.
karda güneş, güneşte buz arıyorum.
her aradığım bir de ince çizgi bırakıyor artık yavaş yavaş.
hayat dediğim, hiç bitmeyen bir savaş.

28.06.2010

Süslü Hüzün

Süslü hüzün benimkisi. Pamuklara sarılmış, mis kokulara bulanmış. Taptaze duşa almış, saçları taranmış. Yanaklarımda allık, pembe rujum eksik olmaz. Çantası kolunda; otobüsler, kapılar, masalar, insanlar, telefonlar, klavyedeki tuşlar, bir fincan kahve, kartlar, şifreler, arabalar, kornalar ve toz bulutu.

Hergün uyanıp adını anıyorum, kalkıp hazırlanıyorum. En güzelini yapıyorum, sanki senin yanına geliyormuşum gibi. Yürüdüğümüz yollarda elimi tutuyorsun. Sahilden geçerken yanına çağırıyorsun bisikletinle. Ve dondurma yiyoruz birlikte.

Bazen kızıyorsun bana yüzüm asık olduğunda, gel buraya diyorsun. Sen bilmiyorsun. Yemeğim, yatağım, hırkam senin gölgen gibi. Sana bakar gibi bakıyorum kendime. Duvardaki aynanın senin fotoğrafın olduğunu bilmiyorlar. Ben biliyorum, her baktığımda. Onlar görmüyorlar, göremezler de. Ben görüyorum.

Şimdi gözyaşlarım süslerimi bozuyor ya, sen çok gülüyorsun bu çocuğa. Sarılıp öpüyorsun gözyaşlarımdan. Hem süsüm dağılıyor, hem hüznüm.

31.05.2010

İsraili Boykot Ederken

Tüm ülke bir oldu İsrail’i kınıyoruz.
İsrail asıllı ürünleri boykot ediyoruz.
Öyle mi?

Buna göre benim işten ayrılmam gerekiyor. Bana ayda 2.500 tl verecek yeni bir iş bulurlarsa neden olmasın.
Mesela ülkemin güzel yatırımcıları iyi eğitim veren üniversiteler yapsa,
Eğitim çağındaki gençlere daha çok olanaklar tanısa.
Araştırma, öğrenme, sorgulama ve geliştirme imkanı verse.
Ve daha çok iş verse. Daha çok üretse. Cebine doldurup, yurtdışına kaçırmasa paraları.
Başbakan her üniveriste mezunu iş bulacak diye bir kural yok demese.
Doğuda eğitimden bi haber gençler, beyni sulanıp dağa çıkarılmasa,
Mesela yüzümüzü biraz kendimize dönsek,
Ben kendime, aileme ve geleceğime sahip çıkmak zorundayken çalıştığımın karşılığını alsam.
Sağlık sigortam varken bile devlet hastanelerinde sürünmesek.
Doktorlar yabancı ortaklı hastanleri tercih etmek yerine, kendileri hastaneler kursalar.
Amaçları ülke insanına hizmet etmek olsa. Bıçak parası almasalar.
Ben evime dönerken her akşam otobüste hayati tehlike yaşamasam. Koli değil de insan taşıdığını bilen bir ulaşım sistemimiz olsa.
Dünya üzerinde keşfedilecek onlarca şey varken, daha iyi bir silah yapmayı keşfetmekten vazgeçseler.

İşte o zaman bütün bu ürünleri kullanmaktan vazgeçer, işten de ayrılırım.

Dünyayı kurtarmaya değil, önce kendi vatanımızı korumaya ve gerekiyorsa kurtarmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

İsraili boykot edip, bu ürünleri kullanmayacaklara saygım sonsuz. Amacın bir tepki vermek olduğu aşikar. Ancak bir sonuca varacak tepkiler verilmedikçe, bu dünya düzeni değişmez.
Ta ki güneş batıdan doğuncaya kadar…

9.05.2010

Büyümeyen sevgilin



Senin yanında kendimi öyle benmişim gibi hissediyorum ki, anlayamazsın. Ne konuşmaktan ne de susmaktan çekiniyorum. Ne gülmekten ne de ağlamaktan...

Şimdi yanımda değilsin ya, sanki ben ben değilim. Sanki zincire vurulmuş bir yanım. Anahtarlarım sende saklı. Biliyorum, gelip dokunacaksın avcuma. Tüm kilitler, tüm kapılar ve tüm saklanmışlıklar dökülecek önüne.

Bir ben duracağım karşında; senin büyümeyen sevgilin.

22.03.2010

Bana yadigar olsun...

Deli adam sahilde yürüyordu. Kimse umurunda değildi ya, ondandı içli içli şarkı söylemesi. Bize göre deliydi. Ya kendine göre? Öyle pasaklı, pis bir adam da değildi. Ceket giymiş üzerine güzelce, sadece saçları rüzgârda karışmış biraz.
Ne beni ne seni ne de başkasını görüyordu gözleri. Başka bir dünyadaydı. Bizden farklıydı. Şarkı söylüyordu çatallı sesiyle. Bağıra bağıra! Önce uzaktan geldi sesi, anlaşılmıyordu pek söyledikleri. Biraz daha yakınlaşınca içinden kopan haykırışın sesine karıştığı fark ediliyordu. Sahilde yürüyordu kendi halinde. O şarkı söylerken, yanından gelip geçenler bu tuhaf adama bakıyorlardı. Anlamıyorlardı.

Sözler git gide netleşiyordu...

Gün batarken, yüzümüz denize dönük bu deli adamın şarkısına kulak kabarttık. 

Kim bilir içinde ne anılar ağlıyordu?

Amca yine söylüyordu:

Ne çare ayırdı felek...
Kalplerimiz bir olsun.
İpek saçından bir tel ver,
Bana yadigâr olsun…
 
 
Dinlemek için: Adanın Yeşil Çamları 

27.01.2010

Kuş

"Hiç kimsenin kafesine

Koyamayacağı bir kuş;

Kaçmasını öylesine
Uçmasını böylesine
Unutmuş.

Bir insan sesine

Gelip konmuş."

Özdemir Asaf

8.01.2010

Sevdiğim şiirlere


Şiir yazmak gelir bazen içimden, Cemal Süreya gibi. Okurum bir kaç dizesini, vazgeçerim. Karalasam da birkaç satır, bilirim olmaz onunkiler gibi. Sonra "Kızım daha 100 fırın ekmek yemen lazım." derim kendime. Sen kimsin ki, onun gibi şiir yazacaksın.


Zaman geçer, şiir yazmak gelir içimden. Özdemir Asaf gibi. Kelimeleri yoğurmak ister canım. Anlamları karıştırmak... Belki kafa karıştırmak... Oysa bir tek dizesini okumak kırar tüm hevesimi: "Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu.". "Hadi oradan, sen de!" savurur dilim, şiir ne kelime!?

Zaman olur, bir isme şiir yazmak isterim. En güzelini yazmıştır oysa Attila İlhan: "Aysel git başımdan!". Yine okur yine sevinirim, üzülürken yazamadığım şiirlere...

Bir tek mısra yazamam, dörtlükler şöyle dursun. Okuduklarım yanında benim ki deli cesareti. Hep eksik, hep yarım... Cümleleri tamamlayamam. İçim-dışım şiir olsa kaç yazar. Ben şair olamam!