Hayata Özgü

Yazmak bir dışa vurum benim için; kimi zaman kendimi kimi zaman dolaylı-dolaysız yansımaları. 

İşte ben de buradayım, bloglananlar kervanındayım...


23.12.2009

Bir ömür, dört mevsim

Değerli okuyucu; http://www.youtube.com/watch?v=cVuh1Ymve2I eşliğinde okumanız tavsiye olunur.


Aldığım nefeste aşk olmalı, anladım. Kısacık hayatım var, ne zaman bitecek bilmediğim. Bir şey uğruna harcayacaksam günlerimi aşk uğruna harcamalıyım. Kalbimdeki güzellikler için savaşmalıyım. Gerisi boş, bomboş!

 

Hangi vaat daha mutlu edebilir insanı, ölene dek sevgiyle dolu bakan gözlerden başka? Ya da başka hangi savaş bir savaşçının ruhunu göklere çıkarabilir, aşk için savaşmak dururken? Hangi rüya daha güzeldir ki sevgiliyi gördüğünden? En güzel şiirleri yazdırır ya da en güzel şarkıları besteletir ya aşk, asırlardır bitmemiştir bu yüzden. Taparcasına ruhunu teslim etmektir asıl öğretisi. Kendinden başka birini sevebilmektir, tüm benliğindeki bencilliğine rağmen.

 

Başka ne var ki uğruna yolunda gidilecek? Hangi ideoloji daha güçlü olabilmiştir aşktan, aşk uğruna vazgeçilebilirken hepsinden? Sabah gün ağarırken sevdiğini düşler insan, güneş onun üzerine doğsun ister. Korkularını silmek ister ya insan, bazen kendini korkutur bu yüzden. Bir tren garında, bir havaalanında ve bir saçak altında en yoğun kokusunu salar aşk. Sonbaharda yağmur altındaki şemsiye biraz daha yaklaştırır, kışın ise yanan sobanın kor ateşi. Ve bahar geldiğinde ılık rüzgâr kokusunu taşır 100 metreden, yazın sıcağı ise içinde kıpırdayan ne varsa kaynatır doruklarda. Başka hangi tat dört mevsim bu denli tutkulu bir haz verebilir insana?

 

Bu çekilmez dünyada yaşamak için bir sebep varsa, aşktır. Her gücü serer ayaklar altına. Bir tek aşk, insanı kılıç kadar keskin ve bir fırtına kadar güçlü savurur oradan oraya. Bir hippi gibi yaşamak yürek ister; yalnızca barış ve aşk istemek. Bir karavana sığdırabilirsin hayatını ve hayallerini aşk uğruna. Bedevi olabilirsin çöllerde ya da buzullarda. Yüreğini saran aşka ulaşmak için harcayabilirsin her şeyini. Bir tek aşk için harcanmalıdır…

 

Ve ömrünü uğruna adayabilmek için cesaretten fazlası gerekir. Ve bazen yoldan bile çıkmak gerekir!

30.10.2009

Habil öldü, günahlar da onunla gömüldü





Bazı şeyler evrenseldir. Mesela müzik. Sözlerini anlamaya ihtiyaç duymayız çok zaman. Hüzünlenebiliriz bir tınısında gitarın ya da coşabiliriz sadece ritminde. Öyle ya, kırmızı güller aşkı çağırır nerede olursak olalım. Sevgiliye uzatılan bir davettir buketteki. Ve ağlamak da tüm dünyada aynıdır. Her bebeğin doğumunda duyulan o ses ve ölenin ardından akan yaşlar... Mutluluk ve hüznün kesişim noktası ağlamak.
Evrendeki bunca ortak duyguyu paylaşmamıza rağmen hala insanların arasındaki uçurumları anlayabilmek öylesine zor ki. Aynı dili konuşup, anlaşamamak, aynı evde yaşayıp birbirini tanımamak... Milyonlarca insan varken evrende, paylaşacak kimse bulamamak... Bütün bunların sebebini merak eder dururum işte. Neden çabalamadığımızı ve bu kadar bencil olduğumuzu anlamaya çalışırım. Maddi hiç bir sebebe dayanmadığına eminim bu yoksunluğun, izole edilmişliğin. Belki bu içgüdüsel anlaşmazlığın suçlusu kardeşini öldüren Kabil’den kaynaklıdır. Habil gerçekten ölmüştür belki de. Onunla birlikte yeryüzünden silinmiştir iyilikler. Bunca evrensel paylaşım karşısında; dünyanın her kıtasına yayılmış, yağmalamış ve hala mutlu olamamış insanlığın bu kadar kökten bir dayanağı olmalı bencilliğine.


7 nota ile sonsuz bir ortak dile sahipken, anlamamak ve anlatamamak evrimleşirken kaybettiğimiz bir gen mi acaba? Ancak Havva ile Adem o ilk elmayı yediğinde kaybolmuş olmalı ki, biz hala deniz altındaki yunusların çığlıklarını deşifre ederken en yakınımızdaki insanın acılarını ve sevinçlerini paylaşamıyoruz. Hiç olmayan bir algı ile yaşamaya çalışıyoruz. Kapattığımız kapılarımıza yetmezmiş gibi kilitler takıyoruz. Biri gelip içimizdeki Kabil’i görmesin diye, her sabah Habil maskesini takıyoruz açmadan önce kapılarımızı. Yolda yanından geçtiğimiz çocuğa gülümsüyoruz bazen, daha inandırıcı olmak için. Kendimizi hergün daha çok kandırıyoruz büyüdüğümüzü düşünerek. Oysa yeni doğmuş bir bebekten daha büyük değiliz, toprağa daha yakın değiliz.


Evrensel olan son birşey daha var: kutsal inançlar. Paylaştığımız tek ortak noktamız bu. Daha gerçek bir dayanağımız yok bundan başka. Çünkü sorgulamak gerekmiyor. Kutsal inançların yaptırımına öylesine muhtacız ki; affediciliğin sonsuzluğuna güvenmek hoşumuza gidiyor. Tüm günahların elbet affedileceğini bilmek, Habil’in ölümünü manasız mı kılıyor?

12.09.2009

Yağmurla gelen ilham perileri

Yağmur yağıyor, seller akıyor
Arap kızı camdan bakıyor…

Zaten ne olduğunu anlamadan geçip giden yazdan sonra, sonbahara gözümü yağmurla açtım. 

Etrafı sel su alıp götürürken, evimde olmanın verdiği güven duygusuyla uzunca süre yatağımdan çıkmadım. Miskinlik bu ya; film izlemeli, kitap okumalı, kanepede uyuklamalı…
Annem kahvaltı hazırlamış, kokusu geldi burnuma. Bu lüksü ıskalamamalı Özgü’can, istikamet mutfak!

Hayda! Bunlar değildi anlatacaklarım, nereden çıktılar?
Ters yöne girmişim. Buradan dönüş yapıyorum.

Sonbaharın gelmesiyle terk edilmiş bir sahil kasabasına gittik. Nerede olduğunu söylemeyeceğim. Peşimizden gelip bulamayın bizi diye. Pansiyon sahibi sevimli bir kadın, odamıza yerleştikten sonra çay içmeye davet etti bizi. Zaten çok bi eşya da almadık yanımıza. Birkaç eşofman, mevsimlik uzun kollu penyeler, akşamları üşütmemek için bir hırka ve diş fırçası. Bir de kitap.

Valizimi deşifre ettiğime göre devam edebilirim asıl mevzuya. Odaya eşyaları bıraktığımız gibi Handan Teyze’nin yanına iniyoruz. Handan Teyze; az önce bahsettiğim pansiyon sahibesi. Saçları kömür gibi simsiyah, yüzü ise sanki nur inmiş gibi bembeyaz bir kadın. Üstündeki çiçekli entarisi ile bana çocukluğumda tanıdığım büyük babaanneyi hatırlatıyor. Belki de bu yüzden içim ısınıyor bir anda bu tatlı kadına. 

Semaverde öyle bir çay demlemiş ki Handan Teyze, sormayın gitsin. Kokusu sarmış bütün salonu. Eski tip küçük boy çay bardaklarına dolduruyor tavşankanını. Yanında da Selanik gevreği… Gelip oturuyor yamacımıza, sanki uzun süredir ziyaret edilmemiş bir akraba edasında sohbete başlıyor. 

Bu kasabada doğmuş büyümüş ve neredeyse buradan hiç ayrılmamış bu yaşına kadar. Hayret ediyorum; bu ufacık kasabada yaşayıp, bunca bilgi bunca görgü nasıl edinilir diye. Sonra sonra kavrıyorum, pansiyonuna gelen misafirler ona kasaba dışındaki dünyalardan hayatlar getiriyor. O ise yalnızca oda gösterip, parasını almıyor misafirlerinden. Onların hayatlarından birer parça alıyor, gönül defterine yazmak için. 10 yıl öncesinin misafirlerini hala sevgiyle anıyor. Belki bu yüzden ihtiyaç duymuyor başka yerlere gitmeye. Her pansiyonerle, başka yerler onun ayağına geliyor bu küçük kasabada.

Yorgunsunuzdur çıkın dinlenin diye ayrılıyor yanımızdan. Saat 7’de akşam yemeğini kaçırmamızı da tembihliyor.

Odaya çıkıp balkona atıyoruz kendimizi. Kocaman bir sedir var, üzerinde minderler… Balkon demirinin kenarında saksılarla süslenmiş. Önümüzde uzanan sonsuz deniz ve bomboş bir sahil… Tek tük kalmış şezlongların bazısına kediler tünemiş. Deniz oldukça dalgalı, uzakta alabora olmamak için çabalayan ufak motorlar görünüyor. Deniz kokusunu içime çekiyorum doyasıya. Gülümsüyoruz. Az önce bahsetmediğim, mini radyoyu getiriyorum, valizden çıkarıp. Güzel bir kanal bulup, sesini duyabileceğimiz kadar açıyorum. Kendimizi bu huzurun kollarına bırakıyoruz.

.

.

.

İlham perileri yağmurla iniyor bazen dünyaya. Burada hala yağmur yağıyor. Özgü kız ise penceresinden bakarken bu hayalleri kuruyor.

Yağmur yağıyor, seller akıyor…

18.08.2009

Yazar ne yazar?

Herhalde her insan merak ediyordur; okuduğu yazıların hangi şartlarda, nelerden etkilenilerek yazıldığını. Yazıyı kaleme alan sadece kendi tecrübelerini, düşüncelerini mi yazıyor, yoksa ertafından gördükleri duydukları doğrultusunda mı yazıyor? Belki ikisi de değil, tamamen hayal ürünü tüm kurgular. Kim bilir okuduklarından çalıyor belki de farketmeden, farkettirmeden.

Bana gelecek olursak... Aslında tüm bunların bir kolajı benim yazdıklarım. Kurduğum uzun cümleler, içinden çıkamadığım anlamların kağıda birer aksi. Anlatmayı ne kadar becerebiliyorsam o kadar aktarabildiğim... Biraz kendimden bir parça katıyorum, biraz otobüste yanıma oturan gazeteci kadından, biraz da uydurduğum hayallerden. Önceki gece okuduğum bir cümleyi seviyorum bazen. Not etmişsem bir kenara, düşünüyorum kim neden nasıl yazmış diye.

Uzakta tanımadığım bir adam ya da kadın, belki bilgisayarının başında, belki ufak bir not defterine yazmış. Karalamış beğenmediği yerleri. Yerine yenilerini yazmış. Yazarken saat kaçtı acaba? Yağmur yağıyordu belki de. Müzik dinliyordur kimisi. Kahve içen de vardır muhakkak. Bir yerlede birileri yazıyor, karalıyor durmadan. Bir beklentisi olmadan, içinden geldiğince oynuyor kelimelerle. Kimi zaman kelimeler oynuyor yazanla, dalga geçercesine.

Bazen yarım kalır yazılar, sonu gelmez bir türlü. Bekletmek gerekir bir süre. Günler, aylar geçer üsünden tekrar açılır eski sayfalar. Zamanı dolmuşsa dökülür yazının eksik kalanları. Öyle an olur ki bir sinirle yırtar atarsın çöpe sayfalarcasını. Pişman da olsan, kimi yazılar atılmak için yazılmıştır. Onların da kaderi vardır, yok olacağı günü saklayan. Ölümü beklercesine, bilmeden bekler yazılar da kaybolacağı günü. Yazanın bile elinde değildir bu günü belirlemek çok zaman.

Unutulanlar ise an can sıkanları benim gözümde. Aklımda kurguladığım bir yazı, o an not edemediğim için uçup gider gündelik telaşlarda. Kaybedersin hikayeni, bir eşyanı kaybetmiş gibi gelir o an. Başka bir şey bulayım da yazayım istersin. Sanki aklın durur o an. Bir cümle bile yazamazsın. İlham perisini beklersin, gelip kulağına üflesin diye. Onun da kesin senden önemli işleri vardır. Bekledin mi gelmez öyle. Nazlıdır da kimi zaman. Sancılıdır. Konuyu söyler, gerisi gelmez bir türlü. Böylece başlamadan biter kimi yazılar, doğmamış bebekler gibi.

Bu yüzden merak ederim okuduğum satırları kim ne şekilde yazdı diye. Kendini mi anlattı bir başkasını mı önemini kaybeder o an. Hangi koşullarda yazıldığıdır merakımı cezbeden. Görmek isterim bir yerlerde, bir şehirde gündüz ya da gece kağıda akan cümlelerin doğuş anını....

3.08.2009

Bir Parça Zaman

Hayal kuramadığım zamanlar oluyor bazen. Yorgunluktan olsa gerek. Öyle ki; güzel şeyler düşüneyim isterken kafamdan abuk şeyler geçerken buluyorum kendimi. Hani öyle dişe dokunur şeyler de değil düşündüklerim; eften püften, gelir geçer, gündelik şeyler. Kaybolmuş gibi hissediyor insan böyle zamanlarda. Belki de ben öyle hissediyorumdur, bilmiyorum. Bir şekilde kurtulmalı bu düşünceler bulutundan...

Müzik dinliyeyim diyorum, bir de bakıyorum müzik kendi kendini dinler olmuş. Şarkılar çalıyor ama akıl başka yerlerde. Ne yapsam ne etsem derken, hadi biraz eşlik edeyim diyorum. Sezen Aksu söylüyor, ben mırıldanıyorum...

“Gel uçurtma bayramları var
Haydi sevin de gel
Ölümsüz özgür çocukluğuna
Yeniden yol ver

Haydi koş haydi gel
Bir avuç sevinç al annenden
Bana da biraz ver
Öylesine öylesine yalnızız ki...”

Sanki çocukluğuma dönsem daha kolay hayal kuracağım, daha gerçekçi olacak hepsi, daha inanası. Bir uçurtma kadar hür olacak hayallerim de. İnanacağım belki de. Koşup anneme anlatacağım, hevesle soluk soluğa. Elleriyle saçımı okşayacak, gülümserken yüzüme. Aklından neler geçiyor olacak, ben bilmeyeceğim. Belki o da benle hayaller kuracak, çocuk zamanımdan bir parçaya ortak olacak. Hayallerime inandığını düşünüp, sevineceğim gözlerine bakarken. Ve sarılıp öpeceğim pamuk yanaklarından. Evimiz gibi kokan saçlarını koklayacağım usulca. Sonra... 

Sonra şarkı bitiyor yine. Dönüyorum dünyaya. Annesinden bir avuç sevinç almış çocuğun coşkusunu duyuyorum içimde. Gözlerim nemlenmiş... Burnuma kokusu geliyor inceden. Yine kanatlarına sığınıyorum biraz ürkek... Öylesine yalnız değilim, değiliz, biliyorum...



7.07.2009

Bin Muhteşem Güneş

Khaled Hosseini. Uçurtma Avcısı’ nın yazarının yeni kitabı; Bin Muhteşem Güneş

Adı 17. yüzyıl Pers Şairi Saib-i Tebrizi’ nin bir şiirinden alıntı olan bu kitabı okumaya büyük beklentilerle başlamamıştım. İlk romanı Uçurtma Avcısı’yla oldukça yankı uyandıran yazar hakkında tek bilgim bundan ibaretti ve birçok yazarda olduğu gibi diğer kitaplarının gölgesinde kalan bir roman olabileceğini düşünmüştüm. Çok yanılmışım!

Bir kitabı okumadan önce cildini ve özellikle arka kapağını inceleyenlerdenim. Bu bir kitap için tabi ki ölçüt değil, ancak pazarlama için oldukça etkili bir alan. 1965 – 2003 yılları arasında Afganistan’ da yaşayan iki kadının öyküsü anlatan bu romandan bahsetmeden önce kitabın arka kapağında yazan bir cümleyi aktarmak istiyorum.

“Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan’ ın Khaled Hosseini’ de yaşadığı gibi…”

Memleket özlemi çekmemiş olan biri için pek de anlam taşımayan bu cümleler, başta benim için de sıradan cümlelerdi. Ta ki kitabı bitirip son sayfasını çevirdiğimde ülkemi ve Afganistan’ da yaşayan kadınları düşündüğümde anlamlandı. Kadın hayat bulmadan; yaşamadan ve üretmeden bir ülke, ülke olmuyordu. Neden mi böyle düşündüm? 

Ellerinden kimlikleri alınan iki kadının öyküsü, Bin Muhteşem Güneş.

Meryem ve Leyla apayrı dünyalarda büyümüş iki çocuk-kadın. Çok küçük yaşta bambaşka sebepler nedeniyle evlendirilmişler. O bizim bildiğimiz Ünzile hikâyesi akla geliyor, ancak çok daha farklı, çok daha hazin ve çok daha acı dolu. 
Burka’ larnın ardından dünyaya bakan, sokağa erkeksiz çıkamayan, seyahat edemeyen, söz hakkı olmayan kadınlar. En ufak bir iftira karşısında dahi dayak yiyip, işkence gören kadınlar. Büyük güçlerin kuklası olmuş sözde liderlerin onlara bahşettiği tüm yasaklara rağmen hayatta kalmayı başaran, güçlü kadınlar. Üstlerine bombalar yağarken bile umutlarını kaybetmeyen, siyahlar ardına, kapılar ardına saklanmış savaşçı kadınlar. Ülkeleri için var olmaları gerektiğini öğrenmiş, doğacak Bin Muhteşem Güneşi bekleyen kadınlar. İslam’ ı vahşet ve yasaklar olarak kendince yorumlayıp törelerle ülke yönetenlere gücü yetmese de kalplerindeki inanca güvenen bu iki kadın; asıl gücün bilekten değil, yürekten geldiğinin kanıtı.

Kendime sormadan edemedim, elimdeki tüm bu hakların ve fırsatların gerçekten farkında mıyım diye. Bu ülke kadın başbakan çıkarmış bir ülke – mevzu, ne kadar doğru ne kadar yanlış yönetmiş olduğu değil –. Kadın profesörler, pilotlar yetiştirmiş bir ülke benim ülkem. Sanayici ve iş adamlarının dernek başkanlığını bir kadın yürütüyor bugün. Bu liste daha uzar gider. Her alana bir kadın eli değmiş ve belli ki çok şeyler değişmiş. Öte yandan madalyonun diğer yüzüne bakmaya cesaretim var mı bilemiyorum.

Hala okula gönderilmeyen kız çocukları olduğu için kampanyalar düzenleniyor. Ulaşılabilenler şanslı bir kesim, ancak ulaşılamayan yüzlercesi var. Nüfusa kaydı olmayan kızlarımız var. Az çok eğitim almış ancak evde oturan genç kızlarımız var. En verimli en güçlü zamanlarını çeyiz hazırlamakla geçiren bu kızlar, yarın anne olduklarında çocuklarını eğitecek olan ilk öğretmenler olacaklar. İlkokul öğretmenimin söylediği sözler hala kulağımda: “Eğitim evde başlar.” Ve ilk öğretmen annedir.

Öte yanda elinin altında her türlü fırsatı olan bir nesil var. Aynı zamanda bu fırsatları boşa harcaması öğretilen bir nesil bu. Günlerini internet kaferlerde, nasıl kazıldığından bihaber oldukları parayı barlarda, eğlencelerde har vurup harman savuran bir nesil. Ellerindeki hakların nasıl elde edildiği hakkında pek de fikirleri olmayan, dolayısıyla bunun kıymetini pek de anlamayan… Düşünmeden edemiyorum.

Belki de tüm sıkıntılar burada başlıyor. Uğrunda savaş verilmeden elde edilmiş olan hakların kıymeti de az oluyor. Belki kısıtlamalar değer katıyor kaybedilen hürriyete. Elindekine sahip çıkmak için önce hak etmek mi gerekiyor? 

Bu güzel ülkenin kadınlarının en az Meryem ve Leyla kadar yürekli mi olması gerekiyor?

30.06.2009

Uzun uzun

Uzun uzun yazmak istiyorum. Hep kısa yazarım, kısa keserim anlatacaklarımı. Bilmiyorum ne kadar sürecek ama uzun yazmak istiyorum bu sefer. Herkesten, her şeyden birer parça katacağım bir yazı istiyorum.

Hayatımın geri dönüşü olmayan birçok değişime girdiği ve gireceği günler yaşıyorum. Teyze olacağım, en hararetli gündemim şimdilik bu. Bir yeğenim olacak, adı Deren. Şimdiden çok seviyorum onu, henüz yüzünü bile görmedim. Ablamın canı olacak, kanı olacak. Sevgimin çoğu, bu sebepten… İlk göz ağrım olacak. İlk tecrübelerim olacak bir bebek hakkında. Heyecanlıyım bu yüzden. Nasıl ailenin deli kızıysam, Deren’in de deli teyzesi olacağım. Onun için bir pencere olacağım, hep güzel şeyler görmesini sağlayacak. Sıkıldığında ve üzüldüğünde çiçekli bahçelere açılan bir pencere, mavi gökyüzünden güneşi sızdıran bir pencere… Yaptıklarımla değil belki ama dostluğumla örnek olacağım ona. Güzel hayaller kuruyorum bu yepyeni hayat için. İyi dilekler diliyorum yaratandan, onu bize veren yüce kudretten. Bu yazı, o büyüyüp de bunları anlayacak yaşa gelinceye kadar bir yerlerde kayıtlı kalır mı bilmiyorum. Okumasını isterim, okumasa da zaten bilecek, hissedecek tüm bu duygularımı. O yüzden dert de etmiyorum çok fazla.

Diğer yandan, başka bir dönüşüm - belli ki daha etkili bir dönüşüm - duygusal yaşantımda vuku bulmakta. Konuşmaya, anlatmaya kıyamadığım kadar özel. Ama bu sefer biraz daha açık olacağım. Uzun zamanlardan sonra çıkagelen, hayatın bir armağanı bana. Tam olarak böyle anlatabilirim sanırım. Yanılgıların, kırıklıkların ve kabullenilen yenilgilerin ardından sınanan kalbimi ve kişiliğimi korumuş olmamın bir armağanı. İnancımı ve benliğimi kaybetmemiş olmanın bir aynası. Mutluluğu hak etmenin ta kendisi... Tüm yaşanmışlıklarda, fark etmeden birbirine doğru yürümüş iki insanın aşkı bu. Yumuşacık, sıcacık bir duygu… Evim gibi, yuvam gibi… Kimi zamansa enerji dolu, coşku dolu… Yaşam gibi… Kısacık zamanda benliğimi saran bu koca yürekli adama bir kez daha söylemek istiyorum: Seni seviyorum!

Özel yaşamımda bunlar olurken, hayat da akıyor diğer yanda. Okul bitiyor, iş bulma derdi sarıyor. İnternetin nimetlerinden faydalanıp başvurular yapıyorum onlarca yere, dişe dokunur bir sonuç çıkmadı henüz. Herkes acele etmemi, bu günlerimin tadını çıkarmamı söylüyor. Haklılar belki de… Evde oturmak her ne kadar sıksa da insanı, iş hayatının koşturmacası bundan daha kolay olmayacak. Bir yerden başlamak gerekiyor yine de. Hayat kolay değil, gelecek için şimdiden zamanı değerlendirmek gerekiyor. Verimli zamanları verimli değerlendirmek gerekiyor. Çok klişe geliyor kulağıma bu yazdıklarım. Her an duyulan cümleler, doğruluk payı yüksek ama bir o kadar da sıkıcı cümleler. Yine de evde temizlik yapmakla geçmiyor günler =)

Bu düşünceler arasında, ev taşıma işi ayrı bir konu. Aylardır ev arıyoruz ama bütçemize ve istediğimiz kriterlere göre ev bulmak zor. Hadi evi bulduk sayılır, bir de taşıması var onca eşyayı. Öyle zor geliyor ki gözüme, bir gece uyuyayım sabah uyandığımda ekim ayına geçmiş olalım ve tüm bu tantana bitmiş olsun istiyorum. Çok şey istiyorum farkındayım ama insanoğlu işte; beklentileri yüksek tutmakta epey gelişmiş yaratıklarız vesselam. (Ne cümle kurdum yahu =) )

Epey oldu sanrım. Altıncı paragrafa geçtiğime göre kendi yazı çıtamı epey aşmışım. Tüm bunlar benden başka bilmiyorum kaç kişiyi ilgilendirir. 3, 5, belki 8… 10dan fazla değildir herhalde. Yine de yazıyorum işte. Aylar sonra okuduğumda, neler düşündüğümü hatırlamak adına…


28.06.2009

Geldi mi üst üste gelir

Geldi mi üst üste geliyor. Kırk çarşamba bir araya geliyor, tabir-i caizse… Nefes almaya hali kalmıyor insanın. Hepsi birden geliyor. Durmak bilmeden.

Ödevler üst üsteyken, sınavlar yığılıyor peşi sıra. Tam bitti derken, sonuçları bekleniyor. Haydi, iş arayalım şimdi, bir ucundan başlayalım hayata.

Orayı ara, burayı ara. CV gönder, cevap bekle. Bitmiyor, bitmiyor...
Daha yeni başladı her şey. Ne de çabuk yoruldun?

Aile ilgi istiyor, sorumluluklar artıyor gün geçtikçe. Çok şükür yalnız değilsin bu hayatta. Bu kalabalık da bazen üst üste geliyor. Herkes bir ucundan tutmuş, kendine çekiyor. Ben olmasam duracak sanki işler. Zaten tüm işler üst üste geliyor.

Yetmezmiş gibi yolculuklar görünüyor. Falda değil, hemen yarın sabaha. Bu yazı yayınlandığında, ben Ankara’da olacağım. Üst üste gelmiş bambaşka çarşambalarla baş ediyor olacağım. Bir düğünde gelinle damadı kutlarken, aklımda döndüğümde yapacaklarımı düşünüyor olacağım belki de.

Bir geldi mi durmuyor ki zaten. Hep birden geliyor. Hasret orduları da kapıda, en güçsüz askeri özlemek… Maşuk da yolcu, başka yöne... Kalbin bi yanı zaten buruk. Yol bitmez geliyor işte o zaman. Dayanmak mecbur, sabretmek mecbur…

Daha da gelecekler var bekleyen, yazmaya takatimin kalmadığı. Bekliyorum hepsini bir bir, onlar hep bir gelse de…